HEKİM ve PARA

Hasta ile hekimin baş başa olduğu muayene anı, dört perdelik bir trajediye benzer. Birinci perde: İki insan karşılıklı birbirini ölçüp biçer ve ortak noktalar bulmaya çalışır. İkinci perde: Hasta giysilerini çıkarır ve çıplak bedenini muayene etsin diye hekime sunar. Üçüncü perde: Hasta giyinir. Düşünceler paylaşılır, sırlar verilir. Hekim açıklama yapar, öğüt verir, hastayı yatıştırır; fakat drama henüz sona ermemiştir. Oldukça kısa süren dördüncü ve sonuncu perde başlar: Hastanın muayene için ödeme yapması gerekmektedir. İşte korkulan an gelmiştir. Diyalog kafa karıştıracak bir hal alır; hasta borcunu ödemeye ne kadar hevesli olsa da, parayı vermekte ya gecikir ya da telaşlı hareketlerle yapar ödemesini. Hekim, hastadan daha da endişelidir; sesini yükseltir, alçaltır, hatta kekelediği bile olur. Hastanın ödeme yapmakta geciktiği anlarda, hekimin para istemeye çekinmesi kötü bir şey değildir, kendisini rahatsız hisseder; çünkü aniden rol değiştirmek zorunda kalmış, soyunmak zorunda kaldığı bu küçük işadamı rolü kendisine pek de yakışmamıştır. Küçük tüccar parasını isterken hiç çekinmez, fakat ondaki rahatlık, pervasızlık hekim için söz konusu değildir. “Borcunuz şu kadar” demeden önce, kapalı kapılar ardında geçen, temelinde sempati, güven ve yardım isteği yatan bir ilişki kurmuştur hastayla, bu duyguları nakite çevirmek elbette zor gelmektedir.
Hekimler insanlara yardım etmek istedikleri için seçerler bu mesleği ya da bilgi açlığı yönlendirir onları hekim olmaya. Zengin olmak için doktor olunmaz. Fakat uzun ve masraflı bir eğitimden sonra diğer insanlardan farklı bir konuma ulaşan hekim yine de hayatını kazanmak zorundadır. Tıbbın ötesinde, mesleğinin ticari yönüyle de tanışır; eski ideallerinden bir kısmını bu süreçte yitirir. Otuz beş yaşına geldiğinde “iki yakasını bir araya getirmiş”, belirli bir kazanca kavuşmuş olmalıdır.
Mesleğin, pek de hoş olmayan bir biçimde, çıkar için kullanılışı genelde zengin ve ünlü hekimler arasında gerçekleştirilir. Ünlü bir hekimin oğlu çoğu kez babasının izinden gider; hatta sanki babasının sermayesini devralıyormuş gibi rahat bir tavırla fakültedeki sandalyesini veya hastanedeki görevini devralır. Hayret verici bir durumdur bu; çünkü sanatta ve bilimde yeteneğin kalıtsal olarak babadan oğula geçtiği pek görülmemiştir. Oysa bu çeşit tavırlar gösteriyor ki, tıp bir bilim değildir ya da henüz bilim olma aşamasına gelmemiştir!
Yine de hekim gerçek sorumluluklarının yüklerinden kaçacak kadar para delisi olmamıştır hiçbir zaman. En çok kazanan hekim bile insanlara yardım etmekten geri durmamış, parası yok diye bir hastayı tedavi etmemek hatasına düşmemiştir. Fakat yine de ücretsiz muayene ve tedavi hekimlerin neler yapıp neler yapamayacağını düzenleyen kanunlar sebebiyle giderek daha gönülsüzce yapılmaktadır.
İyi yaşamak ve yeterince para kazanmak hekimin zihnen ve bedenen rahat olmasının tek garantisidir. En büyük tehlike de mesleğin monotonluğudur. Tekdüzelik hekimin zekasını tehdit eder. Aynı şeyleri tekrar tekrar söylemek, sürekli aynı şeyleri yapmak onu bir paradoksa sürükler. Ün ve servet gibi çeşitli burjuva değerlerine bağlanmış olsa bile, mesleğini icra ederken bir yandan hayatının an be an akıp gidişini, en değerli zamanlarının uçup gidişini seyretmek zorunda kalır.
Bu varoluşsal sıkıntıların hastaya zararı yoktur, fakat tıp ve hekimler için oldukça zararlıdır; bilimden uzaklaşmalarına, araştırmacı ruhlarını yitirmelerine sebep olur. Yorgunluktan bitap düşen, para sıkıntılarına kafa yormak zorunda kalan, vergilerle boğuşan hekimlerin çoğu okul yıllarındaki başarılarına perde çekip, bilgiyi sadece kişisel deneyimleri aracılığıyla kazanmak zorunda kalırlar. Bir zamanlar hekimler hastalıkları inceleyerek bilimsel araştırmalara bizzat katkıda bulunuyorlardı. Artık o günler geçmişte kalmıştır. Tıp okulları tıpkı diğer yüksek okullar gibi sadece ders verilen yerler haline gelmiştir. Araştırmacı bilim adamları gözüyle baktığımız ünlü hekimler, aslında maksimum hasta kabulü esasına bağlıdırlar; profesör ünvanıyla yetinirler. Hekimlerimiz araştırmacı kimliklerinden hemen hemen tamamen uzaklaşmış, laboratuardaki bilim adamlarıyla aralarında bir bağ kalmamıştır, sadece onların keşiflerini uygulamakla yetinirler.
Dolayısıyla ne kadar başarılı olursa olsun, hekim mutlu değildir; bir zamanlar hayalin kurduğu başka türlü bir tıbbın özlemi içindedir. Hastaların yoğunluğundan başını kaldırmaya fırsat bulamayan, sosyal statüsünün esiri olan hekim bir şeyleri değiştirecek gücü kendinde bulamamaktadır. Fakat ne olursa olsun, muayenenin sonunda, hastanın ödeme yapması gereken an geldiğinde, kendini rahatsız hisseder. İşte bu içten içe hissettiği sessiz rahatsızlık, belki de hekimi kurtaracak, bütün günahlarını affettirecek tek şeydir.

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *